30 Kasım 2011 Çarşamba

Bu Yazı Anlatamadı

Büyüdük sanırım ya da bana öyle geldi. Geldi ve yanıma oturdu cümlesi. "Hoş geldin" demedim, hiç gitmemişti zaten, buradaydı, "az bekle, şuralarda bir yerde olacaktı"nın içindeydi, "nasıl da göremedim!" in yanında duruyordu. Aldım, burada olman ne güzel, dedim. Hoş geldin, demedim, diyemedim, buradaydı, içimde...

Büyüdükçe geçmişim karalanıyordu, kötü ediyordum kendimi, kötü sıfatlarla anıyordum. Unutmak mıydı ya da büyümek miydi adı, olgunluk ya da daha başkası... Bilemiyordum, sadece elimde bir kalem, karalıyordum. Öyle değildin dedi, nasıl sevindim! Değilmişim. Değilmişim. Değilmişim. Üç kez, beş kez tekrarladım da geçmedi sevinci.

Hani seversin, anımsarsın, nerededir nasıldır dersin (kendi kendine), yine de sormazsın ya... Arkadaşınmıştır ama korkarsın, hepsi eskidendi diye, o aynı hisle karşılık vermez de içim kıyılır diye... (Kaçmak mıydı adı?) (Öyleydi.) (Öyleyse yakalandım.) (Güzel bir yakalanıştı bu.)



Tüm imla hataları benim şimdi. Yine de mutluluğum bozulmadı.



.

23 Kasım 2011 Çarşamba

Ayakkabımın Teki ve Korkuları Başımın

Küçükken annemle kalabalık evlere giderdik. Kapılardan girerdim de içeri -annemin elini uzunca bir süre sıkıca tutmamın, elimin ıslanmasının, parmaklarımın uyuşmasının hemen sonrasında- içimi bir korkudur alırdı. Alırdı, götürürdü. Ayakkabımın tekinin çalınma korkusuydu adı. Annem, yüzüme bakmadan, ayakkabılarını benimkilerin yanına koy, derdi de alırdım onları; onca ayakkabı, terliğin arasına sığdırıverdiklerimi alır yukarı koyardım, bir başkasının değerlisi'nin üstüne.

İçeri girerdik sonra -annem önden yürürdü hep- içerinin de içerisine... Odalar vardı, dolu dolu. Annem belki ikimizin kaplayacağı yeri düşünüp içerisinde o kadar boşluk olan bir odaya yönelirdi. Ben ayakkabılarımı düşünürdüm, teki giderse ne olurum diye, annem tanıdık bir yüz arardı odalarda. Sonra sürüklerdi annem beni, sığardım bir yere, otururdum. Korkardım zamandan, gitsek ya derdim, derdim de içime içime, kimseler duymazdı. Benim gibi annesinin yanına oturmuş küçük kızlar görürdüm, onlar da beni görürlerdi, belki duyalardı da. Nedense kalabalıklarda bütün küçük kızlar birbirlerini hemen görürlerdi. Belki onlar da korkarlardı ayakkabılarının tekinin çalınmasından, bu yüzden belki en eski pabuçlarını geçirirlerdi ayaklarına böyle zamanlarda. Ben yapmazdım. Korksam da yenisini, güzelini giyesim gelirdi.

Susardım sonra. Evin yakın akrabalarından biri olduğunu düşündüğüm bir kız, bir abla, elinde bir sürahiyle içeri girerdi. Tek bir bardaktan herkes su içerdi. O ablaları hiç sevmezdim. O sürahileri de sevmezdim, hiç yetmezdi suyu. Sıra anneme gelmişken araya uzanan elleri de sevmezdim. Ayakkabılarımı çok severdim işte. O ablalar, küçük kızlara su uzatmazlardı. Sanırım o zamanlar çocuklar hiç susamıyorlardı.

...





.

16 Kasım 2011 Çarşamba

Vega Şarkısı Çalma Vaktidir

Ben yokken hani, düşer de düşermişsin, söylediler. Gördüm de. Hani ben yoktum, sen varmışsın öyle duydum, gördüm bile. Ben yokken yağmurdan dönmüş dönmüş de gitmişsin. Yağmışsın. Düşmüş, düşmüş, düşmüşsün tane tane. Özlem var bir de, ikisi ağır ağır çok ağır.

Ama yine de var sevdiklerim yağdığın yerde. Onlar için çocuklar kadar şen, sevindim.

Oralara bak iyi iyi düş düş düş...

Pencerelerin birinde olamadığımın hüznünden, cümlelerimin eğriliğinden sen sorumlusun.







.

12 Kasım 2011 Cumartesi

Susuşlarda Pelerin Yükü

Bir.
Bir iki.
Beş.
Bir, bir, iki, beş, beş, beş.
Üç.
Üç.
Dört…

Düşüyorlar. Hepsi birer siyah küçük pelerin edinmişler. Sayamıyorum. Birdi, iki oldu, tekrar bir… Çok. Oraya gidiyorlar. Hepsi birleşiyor. Onlar şimdi siyah, kocaman bir pelerin, dürülmüş duruyorlar kabın içinde. O adam çalıyor radyoda. Bir tuşa bastığında birkaç kelime kayboluyor benliğimden, gidip oraya gizleniyor. Sonra bir akordeon sesi duyuluyor, şarkının uzağından gelircesine… Hokkanın içindekiler dökülüyor. Her yer simsiyah: Gece. Pelerinini giymiş karşımda oturuyor.

Kelimelerimi, diyorum, verir misin? Avuçlarımı açıp bekliyorum. Avuçlarım mürekkep karası. Ellerimin ayasında birikti bu kez söyleyeceklerim, diyorum. Üzerime siliyorum ellerimi, sürtüyorum giysilerime, leke çıkmıyor. Mürekkep lekesi diyor -geçmişten gelen- o ses, zor çıkar. Üzülüyorum.

Uyandım. Kan ter içinde kalmışım. Sırtım sırılsıklam, üzerimdekiler derime yapışmış sanki. Doğrulayım dedim, olmadı. Alnımda bana ait olmayan bir nesne var, düştü düşecek. Elimle yokladım; sıcak, ıslak bir bez. Kim koydu bunu? Elimi alnıma götürüp sıcak ellerimle ateşimi ölçüyorum. Hasta olmalıyım epey. Akşamı hatırlamaya çalışıyorum… Ne zaman hastalandım ben, evde başkası var mıydı ve bu hangi bez parçası? Sarı renkli olmalı diyorum – belki de bir sayıklama hali bu- dolapta kalan tek temiz bez oydu. Başımdaki nesneyi elime alıp rengini çözmeye çalışıyorum, göremiyorum, gece izin vermiyor.

Kavga çıkardım. O pelerini bana geri ver deyip tüm gücümle asılmaya başladım. Amma da uzun, çektikçe geliyor. O geldikçe ben geriye doğru kayıyorum. Sonra bir buz pistinde buluyorum kendimi, pelerini üzerime giymişim. Başarmanın mutluluğunu hissetmeye çalışırken bir başka duygu çıkageliyor: Endişe. Ben buzda kaymayı bilmem ki!

Öğrenmişim. Rüya galiba bu, diyorum. Rüya olmalı. Ben buzda kaymayı bilmem, bir kez buz pistine gitmişliğim var, o kadar. Bir de televizyonda izlerim bazen, buzda kayanların kostümlerini severim… Rüya olmalı. Çok güzel kayıyorum; ama ya çatlarsa bu? Filmlerde ne zaman biri buzun üstüne çıksa çatlardı. Bu da çatlayacak. Aman yarabbi, öleceğim! Yok, yok. Dur, bu rüya... Ne güzel kayıyorum! Akordeon sesi çok net şimdi, şarkıya ulaşmış olmalı. Piyanoyla birlikteler, mutlu olmalılar. Bu şarkının en mutlu kısmı burası şimdi…

Kırılıyor. Sesler… Ben biliyordum! Ne zaman bir filmde biri üstünde yürüse kırılırdı o buz. Su çok soğuktur şimdi. Üzerime ne giymişim? Pelerinim var, evet. O beni korur. Sesler çoğaldı, denge kayboluyor… İşte, düşüyoruz. Çok sıcak...

Düştüm.

Yine o merdiven basamakları sendelemesiyle uyandım. Bu kez bir buz kırılmışmış meğer. Üşüyorum. Boynumda soğuk bir cisim var, renginin sarı olduğunu düşündüğüm bez parçası buraya düşmüş. Nereden geldi bu? Ne oldu bana? Sabah ne zaman olacak… Soru işareti koymaktan yoruldum. Çok da yorgunum… Hissettiğim, üşüyen bir yorgunluk. Tam adı bu. Çok soğuk, dolaptan bir battaniye alayım istiyorum. Doğrulmaya çalışıyorum, yerden bir santim kalkamıyorum. Bir de uykum var ki...Gözkapaklarımı mandallamak istiyorum; çok ağırlar. Kalkıp yüzümü yıkamalıyım. İşte kalkıyorum...

Kalktım, yine pelerinliyim. Çok üşüyorum, buzdan kurtulmuş olmalıyım. Yalnız, üzerimdekiler çok ıslak. Ellerim simsiyah olmuş istemsiz temaslarla. Hokkayı aramalıyım, üzerimdeki koca pelerini o minik boşluğa sığdırmalıyım. Mürekkepli bir hokka olmalı o yeniden. Sözcükleri geceden alıp oraya sığdırmalıyım.

Aramaya koyuldum. Bir minik mürekkep kutusu nereye gizlenebilir diye düşünüyorum. Kırtasiyelere baktım, yok, işe yaramadıklarını düşünüp kaçışmışlar. Bir nesne kaçıyor, tuhaf bu, yine rüya olmalı… Aramaya devam ediyorum, kimsesizler yurduna bakıyorum önce. Orada yoklar, sonra köprü altları geliyor aklıma… Bir köprü altı çocuğu orada birkaç saat durup gittiklerini söylüyor. Çok da yoruldum. Boynumda sarı bir bez parçası... Gittikçe sıkılaşıyor. Nefes almakta zorlanır oldum. “Ben daha fazla koşamayacağım” diyorum yanımdakine. (Yanımdaki kimdi? Önemsiz biri olmalı.) “Yazamıyorum zaten, o mürekkep o hokkaya girse ne olacak?” Yanımdaki, gözlerini dikip bana bakıyor; saçları alnına düşmüş kumral bir genç adamdı bu, “Belki yazardın bir gün” diyor, “ama bulamazsan bu hiç’e dönüşecek. Bunu kaldırabilecek misin?” Yazamasam, konuşamadıklarımı yazamasam diye düşünüyorum, ne olurdu bana?

Sarı bez boğazımda iki ele dönüştü, nefes borumla uğraşıyor.

Başımı kaldırdı o iki el, belimden destekleyip yatakta oturur vaziyete getirdi ve su verdi. Deli gibi öksürüyorsun, dedi, ne vardı sanki o kadar koşacak? Bir kız sesi. Yumuşacık, sarılıp yatılası bir ses. Ateşin hala düşmemiş, üzerindekileri çıkarmaya çalış, ben de bezi tekrar ıslatayım. Gece lambasını açtı, uzun dalgalı saçları var, boyu da uzun sayılır, zayıf gibi… Nermin'e benziyor. Eve nasıl girdi ki, kapıyı ne ara açtım… Sahiden Nermin mi? Ya da bu da rüyanın bir parçası... Her şey allak bullak. O gelinceye kadar üzerimdekileri çıkarayım dedim, kollarımın eti parça parça sanki. Bir t-shirt çıkarmanın bu kadar zor olacağını kim tahmin edebilirdi ki?

O içeriye girmeden evvel t-shirt’ü kollarımdan sıyırabildim. İşin en zor kısmına geldiğimde, ayak seslerini işittim. Yaklaşan bir çift ayak sesi… Geldi ve hızlıca çıkardı zincir addettiğim şeyi. Sanki saatlerce uğraşmıştım da olmamıştı ya; şimdi o, benden oldukça üstün ve süper güçleri olan biri haline dönüşmüştü.

"Neredeyim ben Nermin?" deyiverdim. Yüzüme bakıp, hiçbir şey hatırlamıyor musun sahiden, dedi. “Çok kötü rüyalar gördüm.” “Ateşin çok fazla, normal bunlar, uyu şimdi. Sabaha her şey netleşir” deyip ve ıslattığı bezle yüzümü, boynumu, kollarımı sildi. Üşüyordum, çok soğuktu; ama sızlanmak da istemedim. Birkaç adımın tahta zeminde yaptığı gıcırtı ve bir kapı kapanışından sonra tekrar uyumaya karar verdim.

Bu kez uyandığımda sabah olmuştu, pelerinli rüyanın tekrar görülmemesine sevinmiştim. Yatakta doğruldum, beyaz bir havlu parçası düştü kucağıma. Sarı değilmiş deyip gülümsedim. Yalnız, ellerim, simsiyahtı. Mürekkep lekesi demek zordu bunlara, sanki mürekkeple yıkamıştım ellerimi. Ellerim dedim ya, daha o an akıl edebildim onları alnıma götürmeyi de ateşimin düştüğünü anlayabildim. Yataktan kalkıp lavaboya gideyim istedim ya başaramadım. Bacaklarım iki çuval et yığını gibi yapışmıştı yatağa. Kıpırdandığım anda müthiş bir acı ayaklarımdan sıyrılıp belime hücum ediyor, yüzlerce iğne vücuduma batırılıyormuş gibi sızlıyordu. Katran karası ellerimi sevmeyi öğrenmeliyim, fikriyle tekrar başımı yastığa gömdüm.

Düşünceler uzun, upuzun bir ip yığını gibiydi. Ucunu bulsam onu takip edecektim ve bir yumak haline getirip aklımdaki karışıklığı çözecektim. Aramaya koyuldum.



.

Kalsın

kitap aralarına işlediğim isim
yalnızlıktan devşirme akşam soğuğu kokusu
uyur uyanıklığı bilincimin
usulca gelip yanaklarıma duran sıcak
bakışımlar
mavisi -- griye çalan bir gökyüzünün
ağaç altına gömdüğüm bayram şekeri
erimeden, tükenmeden, eskimeden, silinmeden
kalsın.






6 Kasım 2011 Pazar

Büyüyen

Bayramlarda, illa da onlarda, daha da yalnız hissediyorum kendimi.

Kalabalıklara girdikçe yalnızlaşmak... Bu.

Peki, özlem?



.

2 Kasım 2011 Çarşamba

Ruh Yolculuğu

"Çocuk büyüdü
Yalnızlık oldu..."

Şükrü Erbaş



Şu ara izlediğim animedeki karakterlerden biri; sanat okulunda okuyor, son sınıfta. Yalnız bir boşlukta gibi, hayata dair düşünecek o kadar çok şeyi var ki... Bazı insanlara özgü o netlik, ilgi alanlarındaki net dağılım, onda yok. Her şey, hayatındaki pek çok şey, karmakarışık. Bunların yine üstüne çok geldiği bir anda bisikletine atlayıp dışarı çıkıyor. Öyle şeyler düşünüyor ki, kendini bir anda bilmediği bir yerdeki bir sahilde, uzanmış olarak buluyor. Ne kadar yol gittiğinden bile habersiz. Geriye dönmek de istemiyor. Çocukken merak ettiği şeyi -acaba nereye kadar gidebilirim?- sorusunu yanıtlamak için azıcık parasıyla, eski bisikletiyle -en hazırlıksız şekliyle- kendini bulmak için yola koyuluyor. Animede bu kendini keşif için çıktığı geziye "ruh yolculuğu" diyorlar, Japonya'da böyle bir terim var mı bilmiyorum; lakin bundan bahsedilirken sanki her on kişiden biri bu yolculuğa çıkarmış gibi bahsediyorlar. Sanırım orada yaygın bir durum bu. Fakat "ruh yolculuğu" ya da "journey of the soul" türünden aramalara gidince ölü ruhların gezintileriyle ilgili sayfalar açılıyor internet ortamında.

Hayatım boyunca, yirmi iki yılı aşkın bir süredir, içinde bulunduğum durum işte o çocuğunkiyle tamamen aynı. Ve tek ihtiyacımın gitmek olduğunu düşünürken bu kısmı animede gördüğümde hiç şaşırmadım. Yalnız, nereye gidebilirim, nasıl? Burada, bu ülkede, bu şehirde, olduğum yerde yaşamımın ağları öyle bir örülmüş ki nerdeyse bir yere gitsem birçok kişiyi de beraberimde götürüyorum.(gitmek tek başıma alabileceğim bir karar olmaktan çıkıyor, bir sürü yaşamı etkiliyor demeye getiriyorum) Ya da işte şu anki durumumdaki gibi hep olduğum yerde kalıyorum. Belki burada kadın olmanın getirdiği bazı kısıtlamaların da etkisi büyük. Bindiğim neredeyse her otobüste asılan bir adet muavinin olduğunu düşünürsek -ki ben köşeciğimde müziğimi dinleyen bir insanım, muavinle göz göze bile gelmiyorum- çıkıp bisikletle bir ilçeden ile gitmek bile sıkıntı olacaktır. Geçmişimizde böyle bir örnek de yok değil ne yazık ki...


***

Blogla bu aralar pek ilgilenemiyorum. Açıkçası yazacak çok fazla şey yok; hiçbir şey beni yazmaya itecek kadar heyecanlandırmıyor. Hem artık elle tutulur nitelikte yazılar yazmak istiyorum. Sırf yazmış olmak için nitelik yoksunu kelime birleşimlerinden sıkıldım.

Az film izliyorum, çok müzik dinliyorum, kalan vakitlerde de kitap okuyorum. Bu şehirde çok yalnızım. Neredeyse hiç arkadaşım yok ve sevdiğim havalarda yürüyüşe çıktığım yolları da sevemiyorum. İstediğim film vizyona düştüğünde bu şehre uğramıyor bile, tiyatrolar desen hayali bile uzak... Burada beni tutacak, yaşama bağlayacak şeyler çok az: Aile sevinçleri ve tek tük anılarımın olduğu birkaç sokak, bir taş bina. Bu kadar. O sokakların ve okul anılarının hepsi de yetişkinliklerini sevmediğim çocukluk arkadaşlarıyla an be an kirleniyor...

Yanlış anlaşılmasın, mutsuz değilim. Genel bir mutsuzluk -ya da eksiklik hissi- hep var ama şu an inzivaya çekilmiş insanlara hakim bir huzur esiyor buralarda. Beni yoran şeylerden çok uzakta, kendimden çok uzaktaymışım gibi hissediyorum bazen. Hayal ettiğim şeylerse imkansız görünüyor buradan: Onlar tepedeyken ben uçurumun dibindeyim. Sevdiğim insanları da ayırdım, çok azıyla görüşüyorum, hatta üç dört kişi ya var ya yok. "Şu gün görüşelim, şunu yapalım" diyen bazı sevdiğim insanların attıkları mesajları günler geçtikten sonra anımsıyorum ve artık çok geç olmuş oluyor. Bu halimi anlatmam imkansız. Sanki herkes bir önem sırasına dizildi ve ilk ona girenleri kapıdan içeri aldım, gerisine de hala eski değeri vermeme rağmen onları bir yere sabitledim. Ve bu benim mutsuzluğumdan ya da onların bana bir şey yapmış olmalarından kaynaklanan bir hal değil.

Mevsimin kışa düşmesini izliyorum pencereden, balkona çıkıp saksı çiçeklerini okşuyorum kirpiklerimle, biraz şiir okuyorum... Ağaçlar sararıyor, gün düşüyor, gün yükseliyor; günler böyle geçip gidiyor işte.

Neyse ki geçiyor. Bunu bilmek güzel.